BEN YABANCI DEĞİLİM! – LESLEY ETHEM KİTAP YORUMU

   Bu kitabı internetten yakın bir zamanda aldım. Malum, korona dönemi. 
Koliden çıkan kitapları önce siliyordum, nemli hali geçtikten sonra sıra kitaba düzgünce bakmaya geliyordu. Daha önce fark etmemiştim, kitabın iç sayfaları kenarlarından çok güzel bir şekilde sararmıştı.

Önce kitabı kolonyayla silme işlemimin buna neden olduğuna inandım. Ancak neden sonra basım tarihine bakmak aklıma geldi. Canım kitabı sadece silmiştim sirkeli suya yatırmamıştım ki! Nasıl buna ben neden olabilirdim? Kitap 2004 yılında basılmıştı. Böylelikle kendisi internet alışverişimin verdiği en eski meyve olma onuruna hak kazanmış oldu.


On altı yıl önce basıldığında, koklanıp değil de bir tıkla seçileceği aklına gelebilir miydi? Ya okunmak için yaprakları sararasıya kadar bekleyeceği?

                                                      

KONUSU : İngiliz Lesley Hanım, Suudi Arabistan’da yaşarken, Osmanlı Hanedanı’nın torunlarından Selim Bey ile tanışır ve evlenir. Yıllardır denize ve yeşile hasret yaşayan Selim Bey Türkiye’ye yerleşmek isteyince, Suudi Arabistan’daki evlerini bırakıp Türkiye’nin denize yakın köylerinden birine taşınırlar. (Arka kapağında yazan şekliyle)


Kitap Lesley Ethem’in ailesiyle Muğla’da küçük bir köy olan Dereköy’e taşındığı zamanlar yaşadıkları üzerinden yazılan bir anı-roman. Konusunun ve gerçek hayat hikayesi olmasının çok güzel-ilginç bir bileşim olduğunu düşündüğümden beklentim farkında olmadan yükselmişti.


Kitabı okumak çok kolaydı. Zaten ince bir kitaptı. Ama yazarın dili de okuyuşu kolay ve sürekli kılıyordu. Ayrıca kitapta yer yer gördüğümüz çizimler de çok hoştu.


Kitap kasım ayında bile beni yaz Akdeniz’ine götürebilme konusunda başarılıydı. Olayların, mekan tasvirlerinin çok üstün bir tarafı olmasa da - zaten bir anı-roman olduğundan süslü tasvirlere vakit ayıracak kadar durulmadan bir diğer olaya geçme vakti geliyordu. – beklediğim güzel tespitlerden çokça vardı. :)

  • Çinlilerin su işkencesi hakkında ne çok şey biliniyorsa, Osmanlıların çay işkencesi hakkında da bir o kadar az şey biliniyor aslında. O gün döne dolaşa, defalarca, çay ve pasta yağmuruna tutulduk. Bardak üstüne bardak, tabak ardına tabak… Ve kimsenin niyeyse tuvalete gitmesi gerekmiyordu.


Yazarın bir dönem üstlendiği küçük turist kafilelerine rehberlik etmesini okumak çok eğlenceliydi. Örnek vermek gerekirse :  Hep geç kalan otobüs şoförlerini paylaması ve o akşam evine geldiğinde sabah 7’de başlayacak mesai için geç kalmaktan korkan şoförleri, emniyet şeridine park etmiş olarak bulması. Akabinde, ertesi sabah yolculara neden şoförlerinin tıraşsız ve kırış kırış kıyafetlerle dolaştıklarını açıklamak gerekmesi. En eğlediğim kısımlar kesinlikle çay kısmı ve bu rehberlik olaylarıydı.

  • Adamların zaman çizelgesine göre hareket etme gibi bir mefhumları olmadığı için benim dakiklik konusundaki taleplerimi hayretle karşılıyorlar, hatta arada bir öfke nöbetine kapılınca ruh sağlığımın yerinde olmadığını düşünmeye başlıyorlardı.
  • Sonraki pazar, turizm sektörü konusundaki derslerimden ilkini aldım: Bizimkiler gibi üst sınıf şirketlerin ‘’konukları’’ olurdu; müşterileri değil.
  • Yanımda hep bir ilk yardım çantası taşımamı önerdi. Murphy kanunudur; Yanında varsa, asla ihtiyacın olmaz.


Hayretlerle okuyup yazarın yaptığı yorumu kınadığım da oldu kitapta. En çok da kediyle ilgili bir olay var, tam olarak orası. Yazarın söylediği bir cümle var ki o noktadan sonra artık eskisi kadar ön yargısız okuyamadım kitabı. Daha da unutmam sanırım oradaki yorumunu. *Cık cık cık… kınayan teyze efekti*

Kitapta beni olumsuz etkileyen birkaç yer ve yazarın oradaki tutumu dışında okuması güzeldi, yaşadıkları hayat -belki konforsuz ama dönemin köy şartlarında kesinlikle konforlu- güzeldi. Okaliptüs ve mandalina ağaçları arasındaki evlerinin yanında akan bir dere, tekneyle gezintiler, yıldızları izlemeler… Zahmetli olduğu kesin ama yine de çok güzel bir hayat. Neden zahmetli olduğunu okuyunca anlıyorsunuz. Yukarıda saydığım bu gibi güzelliklerin içinde yaşamanın zahmetli olacağı benim de aklıma gelmemişti.

 

  • Bu onları son görüşüm oldu; bir daha da haklarında bir şey duymadım. Final bölümünü kaçırdığım bir sürü hayat hikayesinden biriydi bu da.

Ama final bölümünü kaçırmadığı birisi vardı. Dereköy’den geçerken tanıştığı beyaz atlı Jeremy James. Atla Türkiye’den Galler’deki Offa’s Dyke’a kadar gidecek ve yazdığı ‘’Saddletramp’’ adlı biyografi-seyahat kitabında bu buluşmalarından bahsedecekti. Çok şahane olay değil mi? Kadın burada kitabında ondan bahsediyor, adam da kendi yazdığı kitapta ondan. Yok yok neresinden baksan kral hareket.

Kitabın son sayfasına gelince her cümlenin altını çizdim diyebilirim. Ama işte sonu olduğu için dudaklarım mühürlü. Eğer bu kitabı okuma şansınız olursa varın sonunu da o zaman görün.



KİTAPTAN ALINTILAR :

Stres hem çok moda, hem de gururla onaylanan bir şeydi. Bana kalsa, çok stresli bir işi olduğunu itiraf eden birinin o işin gerektirdiği nitelikleri taşımadığını düşünürüm, ama hayır, stres o kişinin ne kadar mühim biri olduğunu gösteriyordu.


Aşağıdaki sahilde birbiriyle aynı menüyü sunan restoranlar birbirleriyle rekabet halindeydi.


Yağmur durduğunda gökyüzü günlerce bulutsuz, dupduru oluyordu. Hatta gök o kadar mavi, tepeler o kadar zümrüt yeşili görünüyordu ki, ucuz bir çikolata ambalajına basılabilecek bir resme benziyordu.


Kendini Polyannalığa vakfetmiş olan ben bile endişelenmeye başlamıştım.


‘’Biliyorsunuz, değil mi?’’ diye bir defa daha yokladı. ‘’Ooo, tabii, tabii.’’ dedim dünyevi olan her şeye vakıfmışım edasıyla.


Hiçbir aşamasında hiçbir şeyden emin olamadığımız bir süreçti.


Bir sonraki yazıda
görüşmek üzere ...



Yorum Gönder

0 Yorumlar